Son zamanlarda sohbet ettiğiniz herhangi biriyle konuyu gençliğe getirirseniz, cümlelerin sonunda mutlaka şu ifadelerden biri geçer: “Bu Z kuşağı çok değişik”, “Bizim zamanımızda böyle miydik?” ya da “Bu çocuklar problemli…” Peki, gerçekten öyle mi? Z kuşağı dediğimiz bu genç insanlar gerçekten “problemli çocuklar” mı, yoksa biz mi onları anlamakta zorlanıyoruz?
Z kuşağı, teknolojinin tam ortasında doğmuş bir nesil. Eline kalemden önce tablet verilen, arkadaşlarını sokakta değil, çevrim içi oyunlarda bulan, bilgiye ansiklopedilerden değil, saniyeler içinde Google’dan ulaşan bir kuşaktan bahsediyoruz. Onlar için dünya sınırları olmayan, hızlı, görsel, sesli ve çok kanallı bir yer. Bizim gençliğimizde hayal bile edemeyeceğimiz şeyler onlar için sıradan: yapay zeka, dijital kimlik, küresel ağlar…
Ancak bu konfor gibi görünen dijital ortam, aynı zamanda büyük bir yalnızlığı da beraberinde getiriyor. Bu kuşak, aynı anda binlerce kişiyle iletişim kurabiliyor ama çoğu zaman gerçek bir “duyulma” hissinden yoksun. Kimliklerini sosyal medya beğenileri üzerinden inşa etmeye çalışıyorlar. Toplumun onlara dayattığı ideallerle, kendi benlik arayışları arasında sıkışıyorlar.
Ve biz, önceki kuşaklar olarak, bu değişimi izlerken kolay olanı seçiyoruz: Etiketlemek. “Problemli çocuklar” deyip geçiyoruz. Oysa belki de asıl problem, onları anlamaya çalışmamakta. Eskiden çocuklar büyükleri dinlerdi, şimdi büyükler çocukları dinlemeye çekiniyor. Çünkü sordukları sorular rahatsız edici. Çünkü “Neden böyle yapıyoruz?” dediklerinde cevabımız yok.
Z kuşağı ne asi, ne de tembel. Onlar sadece, eskimiş kalıpların içine sığmayan bir nesil. Kendi dilini, kendi ahlakını, kendi değerlerini inşa ediyorlar. Onları “problemli” görmek, sadece onları değil, geleceği de dışlamak demek. Belki de artık sormamız gereken soru şu: Z kuşağını anlamak için biz ne kadar çaba gösteriyoruz?